Bir Tibetli veya Kızılderili, Avustralyalı ya da Aborjin olarak büyümüş olsaydınız muhtemelen doğuştan gelen içkin iyiliğiniz, yaratımla olan birliğiniz, toplum ve evren için olan değeriniz size öğretilerek büyümüş olacaktınız. Ancak siz büyük ihtimalle, Batılı sanayi devi bir ülkede günahkar olarak doğduğunuzu ve Tanrı tarafından kabul edilmek için kendinizi affettirmeniz gerektiğini öğrenerek büyüdünüz. İncile inanmadığınız ve size söyleneni yapmadığınız süreçe öldüğünüzde cehenneme gitme şansınız çok yüksek. İki kültür efsaneleri arasındaki farka bakın! Eğer elli yaşın üzerinde bir Hristiyansanız, insanoğlunun ita. ıt sizlik sebebiyle, kızgın bir Tanrı tarafından Adem ve Havva’nın bahçesinden kovulduğu ve ancak kilisenin kurallarına uyarak ve dua edip af dileyerek bu günahlardan arınabileceğiniz size öğretilmiştir. Ben küçükken hep bu kadar yanlış ne yaptığımı merak ettim. Ancak bütün yaşamım boyunca İsa’ya dua edersem Cennete gidebileceğime inandım. Peki benim kendi gücüme, özgüvenime, öz değerime ne oldu? Öz sevgime ne oldu? İsa, “Komşunuzu kendiniz gibi seviniz;’ buyurmuştur. Ancak zaman içerisinde, kendini sevme kavramı kaybolmuştur. Kişinin kendini sevdiğini söylemesi gülünç bir durum olarak algılanmaya başlanmıştır ki günümüzdeki durum da aynen böyledir, öyle değil mi? Böylece, dünyayı algılayışım “büyüklerimin ve daha iyi bilenlerin” hatırı sayılır baskısıyla oluştu. Kötü olduğumu öğrendim. Ancak ruhumu, yaşam gücümü, titreşimimi ve ateş gücümü dizginleyerek, bana öğretilenlere boyun eğip inanarak toplumda kabul görebilir ve cinsel enerji gibi kötülüklerden kendimi arındırarak, ölümden sonra cennete girebileceğimi öğrendim. Ne zihin kontrolü ama!

Shuar Şamanı Numi, John Perkins’in kitabından (bkz. Kaynakça) alıntı yaparsak, şöyle der: “Düşlediğiniz dünyayı yaşarsınız.” Günlük yaşamımızı nasıl yaşadığımız, onu nasıl algıladığımız ve onu nasıl hayal ettiğimize bağlıdır. Başka bir deyişle, kendimize yaşamın nasıl olduğuna dair anlattığımız hikayeler, inandığımız efsaneler, yaşam vizyonumuz ve yürekten inandıklarımız yaşamımızı nasıl deneyimlediğimizi belirlemektedir. Dünyayı algılayışımız, onu yaşayış şeklimiz haline gelir. Dünyayı sevgi dolu ve yardımsever insanların, olayların, yerlerin olduğu bir yer olarak görürsek dünya da kendini ona göre ayarlar. Dünyayı düşmanların olduğu, korku dolu olasılıkların üzerimize geldiği bir yer olarak görürsek deneyimlerimiz de bu yönde olur. Dünyayı korkunç bir Tanrı figürü tarafından yönetilen, lanetlenmiş bir yer olarak görmek yerine bize öğretilenlere inanmayıp farklı bir bakış açısı benimseyerek bu yönde deneyimler yaratma ve deneyimleme ihtimalimiz artar. Dünyamızı kendi inanç sistemlerimizle bizler yaratırız. Dogmatik dinsel bilgiler yüzyıllarca Avrupa’nın birçok yerini, Orta Doğu’ yu ve Avrupa tarafından kuşatılmış ülkeleri, Amerika’ yı, Afrika’ yı, Hindistan’ın bir kısmını ve Avustralya’ yı etkisi altına aldı. Buna rağmen son birkaç yüzyıldır bilimsel materyalist felsefe, genel kabul gören dünya görüşüne daha steril bir çerçeve getirerek, dogmatik din bilgileriyle yan yana varlığını sürdürdü.

Kültür Efsaneleri ve Edebiyat

Bir kültür, efsaneleriyle ve insanların neyin nasıl olduğu ve olması gerektiğine dair anlattıkları masallarla yaşar. Carlos Castenada’nın kahramanı Don Juan, “Bize çoğunluğun gerçekliğini kabul etmemiz gerektiği öğretiliyor,” der. Doğduğumuz andan itibaren derin bir hipnoz hali başlar. Toplum ve ailelerimizce kabul görmemiz için bize başka seçenek bırakmayan duygusal baskı ile dünyayı nasıl görmemiz ve algılamamız gerektiği bize dayatılır. Bu sürece kibarca yetiştirilme, eğitim, din, büyüme, olgunlaşma gibi sıfatlar verilir. Kendi kurtuluşumuz için bize dayatılan bu olguları kabul etmeyi öğrenmemiz gerekir. Yaşamın bütün güzellikleri ve nimetleri ise topluma uyum sağlayanlara, “normal” olarak kabul edilenlere sunulur, aksi şekilde hareket edenler ise “kendi iyilikleri” için ruhsal bozuklukları olduğu gerekçesiyle toplumdan soyutlanırlar veya en iyi ihtimalle, toplum tarafından dışlanmış olarak, sunulan nimetlerden kısıtlı olarak faydalanabilirler. En zararlı ve insanın gücünü emen kültür efsanesi ise “insanın Tanrı’ya inanması gerektiği” düşüncesidir. Şaman inanışına göre bu çok anlamsız bir düşünce şeklidir. Bir tanrıya inanma ve/veya inanmama düşüncesinin kendisi bile Tanrı’ nın insandan ayn bir varlık olduğu inanışına dayanır. Tanrı’ya inanma ya da inanmama zorunluluğu, ki bu da bir inanıştır, “Bir Tanrı var mı?” sorusunu sorabilme yetisini gerektirir. Bu sorunun kendisi bile içinde, Tanrı ‘nın varoluştan ayrı bir varlık olduğu efsanesini barındırır. Aksi takdirde kişi şu soruyu sorar; “Varoluşa inanıyor musun?” ve. bu son derece gereksiz ve konuyla alakası olmayan bir sorudur. Varoluşun, var olduğu apaçıktır. Tanrı ‘nın varoluştan ayrı olabilmesi için, varoluşun Tanrı’dan önce var olmuş olması gerekir. Bu da demek oluyor ki Varoluş, her şeyden önce var olduğu için, “Tanrı”yı kendinden yarattığı için esas Tanrıdır. Şamanlar, “Tanrı ve Varoluş birdir,” der. Kadim Bilgilerin hepsi der ki, “O hep vardı ve hep var olacak.” Varoluş, Tanrı’nın kendi varlığını yaratmasıdır. Kuantum fiziği de sürekli yaratım ve değişim içerisinde olan interaktif bir evrenin varlığını göstermektedir. Bu durumda, sürekli varoluşu deneyimlerken, neye inanılacak ya da neye inanılmayacak? Bir süre önce, televizyonda kara delikler ve Büyük Patlama teorisi hakkında büyüleyici bir belgesel seyrediyordum. Stephan Hawking’ in teorisine göre evren, her şeyin yutularak “tek” haline geldiği devasa büyüklükte bir kara delikte son buluyor. Ve sonra bir patlamayla, yaratım süreci tekrar başlıyor.

Ateistlerin bunu duyunca “Tanrı’nın var olmadığının” kanıtıdır diye şenlik yaparken dincilerin ise “Tekrardan yaratım sürecini başlatmak için evreni patlatan Tanrıdır” diyerek kendilerini savunduklarını hayal edebiliyorum. Halbuki, bir şamana göre tartışılacak hiçbir şey yoktur çünkü tekliğin kendisi “Yaratıcı”dır, tıpkı Büyük Patlamanın, kara deliğin ve aradaki bütün evrenlerin de “Yaratıcı”nın ta kendisi olması gibi. Olan şudur: Adeta “Yetişkinler için Noel Baba” düşüncesi gibi, bazı dinler kendi inançlarına göre ayrı bir Tanrı yaratmışlardır; yaratılan bu hikaye yanlış sonuçlar doğurmuş ve insanları yanlış yönlendirmiştir. İsa’nın hikayesi, mecazi olarak şekilsiz olan ruhun nasıl maddenin şekline bürünerek üç boyutluluğun sınırlılığını, bir uzay kıyafetine girer gibi, insan vücudunda deneyimlediğini anlatır (Bkz. Freke ve Gandy, İsa Gizemleri). İnsan varlığı iki şekilde algılar: birincisi, vücudun bütün ihtiyaçları ve açlığıyla, dünyasal yaşamın denemeleri, çalkantıları ve testleriyle dünyada insan bedeninde dolaşan Ego-benlik’tir; ikincisi ise ruhta kalıp görünmez olarak varlığını sürdüren, dünyasal benlik dinlemeyi seçtiği zaman sesi duyulan, üst benlik veya Kelamdır. İnsanın kendini eğitebilmesi için alt benlik, köle benlik veya robot benlik olarak adlandırılan iştah ve şehvetlerle dolu olan benliğin ölmesi gerekir. Dört elementi, ateşi, havayı, suyu ve toprağı temsil eden haçta, alt benlik çarmıha gerilmelidir ki içsel rehber olarak adlandırdığımız üst benlik onun yerine doğsun. Bu, “İnsan-Tanrı” efsanesinin en basit açıklamasıdır. Yaşam, bir çarmıha germe işlemidir. Fark ettiyseniz hiçbir şey bu yaşamda yanımıza kar kalmıyor. Karma ya da etki-tepki yasası her seferinde kendini gösteriyor. Etki, tepkiyi doğuruyor ve bütün döngüler tamamlanıyor. Bizler hareketlerimizle karmayı yaratıyoruz. Yaptığımız her hareket, evrenin bir yerinde bir tepkiye neden oluyor ve bizler de bunu “iyi” veya “kötü” olarak adlandırıyoruz. Bunun adı “karma” yani evrenin eşsiz ve tamamen geçerli cevap verme şeklidir. Bizler ateş, toprak, su ve havadan oluşan “yaşam çarmıhı”nda, bizlerin deneyimlediği şekliyle beden, duygular, zihin ve ruhta sıkışmış vaziyetteyiz. Uyanıp, burada olma nedenimizin gücümüzü elimize alarak çok boyutlu benliğimizin farkındalığına varmak olduğunu anlayana dek yaşamın köleleri olarak kalacağız. Bu farkındalığı yakalayıp da aynı zamanda paraya, güce, sekse, kendimizi başkalarına beğendirme duygusuna ve bütün ego kaynaklı dürtülere bağımlı kalamayız. Bizi gerçek içsel gücümüze, içsel bilgeliğimize ve iç benliğimize ulaştıracak, varoluş ile bir olma hissini ortaya çıkartacak olan zor yolda yürümeyi seçmeliyiz. Bu ise alışkanlıklarımızdan vazgeçmemize, arkadaşlarımızı ve ilişkilerimizi kaybetmemize, gelirimizi, işimizi ve toplumdaki yerimizi kaybetmemize mal olabilir. Bu yol, kolay bir yol değildir. Kişinin gönüllü olarak yaşamın ana akışından kendini çekip bilinmeyene doğru, daha az seçilen bir yolda içgüdüleriyle yolculuk etmeye karar verdiği zor bir yoldur. Bilinmeyene yolculuk, kişinin kendinden önce bu yolda gitmiş insanlardan aldığı tavsiyelerle ve kendi içgüdüleriyle yolculuk etmesidir. Ama ne büyük bir maceradır. Ancak, pek çok kişinin bu “az seçilen” yola girmelerini önleyen bir engel vardır.